Kitap İncelemesi: Volkan Ertit – Endişeli Muhafazakarlar Çağı

Kitap arkası yazısından: “Profesör: Doktoranızda ne çalışacaksınız? Ertit: Hocam, ben genel algının aksine Türkiye’nin sekülerleştiğini, yani Türkiye’de dinin gücünün ve prestijinin azaldığını, yeni neslin kendilerinden önceki kuşaklara nazaran dine daha uzak olduklarını düşünüyorum. Ve doktora tezimde de bu toplumda dinin hayattan çekilmesinin ardında yatan sebepleri çalışmak istiyorum. Profesör: Affedersiniz ama, Türkiye her geçen gün kış uykusuna yatmış bir hayvan gibi İranlaşırken, siz nasıl olur da böyle bir şeyi savunabilirsiniz! (Doktoraya kabul edilmedim) Bu kitabın ortaya çıkış amacı da sosyoloji profesörlerinin dahi “kış uykusuna yatmış bir hayvan gibi İranlaştığını” düşündüğü bir ülkede dinin prestijinin ve gücünün azaldığını, gündelik yaşamdan kesitler ve akademik çalışmalar ile göstererek daha geniş kitleler ile paylaşma arzusudur.”

Yazar felsefe anadalında lisans öğrenimi görmüş. Belçika ve Fransa’da Avrupa kültürü, küreselleşme ve uluslararası çalışmalar dallarında yüksek lisans yaparken Batılı sekülerleşme sürecini incelemiş. Türk Alevilerinin sekülerleşmesi konulu doktora yapmış. Makaleleri çoğunlukla din özgürlüğü, laiklik, sekülerlik, liberalizm gibi anahtar sözcükler içeriyor.

Kitap dört ana bölümden oluşuyor. Birinci bölümde yazar daha önce yayınlanan Sekülerleşme – Dinden Uzaklaşmanın Hikayesi kitabının bir özetini yapıyor ve sekülerleşme olgusunu tanımlıyor. Burada Ortaçağ’ın bitişi, Kilise Reformu, Aydınlanma, bilimin çıkışı, endüstrinin çıkışı ve sekülerleşme süreçleri özetleniyor, deyim yerindeyse “resmi anlatısı” yapılıyor. Olgunun bilimsel çevrelerce nasıl anlaşıldığı görmek için bir başlangıç olarak okunabilir.

İkinci bölümde Türkiye’de sekülerleşmeyi besleyip hızlandıran demografik değişiklik belgelenerek yorumlanıyor.

Üçüncü bölümde toplumsal konu başlıkları altında ülkenin nasıl sekülerleştiği ortaya konuyor.

Dördüncü bölümde, var olan sekülerleşmenin tam tersine muhafazakarlaşma veya dindarlaşma algısının nereden kaynaklandığı araştırılıyor.

Bundan sonraki bölümler ek niteliğinde. Yeni dinsel hareketler; Türk tanrıbilimcilerin sekülerleşme kavramını anlayamamaları; kitabın özeti ve bir sonraki kitap tasarısı ile kitap tamamlanıyor.

Bu kitabı elbette toplumbilim öğrencisi olarak değil, Kuran’ın yansıttığı güncel gerçekliği anlamaya ve arınmaya çalışan biri olarak okuyorum. Yorumlarım da bu doğrultuda olacak.

Kitap din sözcüğünün sağlıklı bir tanımı ile başlıyor. Bu yararlı tanımı her yerde bulamıyoruz; övgüye değer: “[Din] …toplumsal olarak kabul edilebilir davranış ve tutumları teşvik ederek, uygun olmayanları ise hoş karşılamayarak toplumsal düzenin sürdürülmesine katkıda bulunur. Bu bakımdan her din aynı zamanda uygun ve doğru davranış reçeteleri sunan bir ahlak sistemidir.” (s.13) Bu tanım dinin ahlaka neredeyse denk olduğunu söylüyor. Kuran’daki Arapça din sözcüğü de ahlak anlamına geliyor. Ama yukarıda alıntıladığım doğru tanım bugün Türkçede kullanılan din ve Batı dillerindeki religion karşılığı değil. Bu uyuşmazlığı çözümlemeksizin yapacağımız bütün saptamalar boşa olacaktır.

 

Birinci Bölüm

Ertit kitaba doğru tanımla başlıyor ama ne yazık ki kitabın geri kalan bölümünde din sözcüğünü sözlük anlamıyla, yani mitoloji ve tapınak alışkanlığı anlamıyla kullanıyor. Bu anlamda kullandığı için örneğin hemen sonraki sayfalarda “dinlere eşit uzaklıkta” devletten söz ediyor. Ahlak sistemlerine eşit uzaklıkta bir devlet olamaz ama mitolojilere ve tapınaklara eşit uzaklıkta bir devlet olabilir. Kendi yaptığı tanıma ters düştü.

Bu bölümde yazar sekülerleştirici etmenleri üç başlık altında topluyor: Bilimsel gelişmeler, endüstriyel kapitalizm ve kentleşme (s.21). Sekülerliğin gerekçesi yapılan, meşruluk kaynağı olarak gösterilen öyküsü, deyim yerindeyse kurucu mitolojisi birincisidir. Yani Avrupa’nın Kilise ile kavgası. Öbür iki olgu asla sekülerliği meşrulaştırmak için kullanılmamaktadır. Bu ikisi zaten bugün bile sıklıkla ahlaksızlık kaynağı olarak algılanıyor. Onun için sekülerlik hipnozunu yıkmanın yolu kurucu mitolojisinin foyasını açığa çıkarmaktır. Tabi eğer öyle bir derdiniz varsa…

Yine sekülerliğin tarihsel gelişimini anlattığı sayfalarda satıra arasında önemli bir ipucu gizli: Galileo ve öbür öncü bilginlerin “dinlerle” veya Hristiyanlıkla değil, Kilise ile kavgalı olduğunu söylüyor yazar. Değil kısmını ben ekliyorum. Çünkü “dinler” kavramı uydurmadır ve Hristiyanlık Kilise’ye eşit değildir. Sekülerlik savunucuları Tanrı’nın elçilerinden geriye kalan her ne iz varsa silmek için Kilise’yi bahane olarak kullanırlar. Onun için bu incelik çok önemlidir. Yeniden özetleyeyim:

  1. Aklı başında ve sağduyulu insanlar Tanrı’nın elçi göndermesi fikriyle veya İsa’yla veya Hristiyanlığın ana fikriyle değil, Kitabı Mukaddes’in uydurma olduğunu bildikleri saçma bölümleriyle ve kitapta olmayıp Kilise’nin uydurduğu saçmalıklarla kavgalılardır.
  2. Kimisi, “dinler” diye uyduruk bir kategori oluşturmak yoluyla Kuran’ı da bu kavganın tarafı haline getirir. Oysa Kuran’da değiştirilmiş, eklenmiş saçma bölümler yoktur ve İslam’ın bir kilisesi de yoktur.

Bu zihinsel sihirbazlık sürecini biraz karikatürize ederek şöyle özetleyebiliriz: “Dünya evrenin merkezi değildir, öyleyse faiz serbest olmalıdır!”

 

İkinci Bölüm

Bu bölümde yazar sekülerleşmeye neden olan veya güçlendiren etmenleri sayıyor. “Rasyonel düşünce tarzının yaygınlaşması”nı da bunların arasında sayıyor. Ben bu konuda kendisine katılmama haddini kendimde görüyorum. Çünkü kaybolan eski boş inançların yerine yenilerinin eklendiğini gözlüyorum. Bunları ayrı bir yazıda uzun uzadıya inceleyebilirim ama şimdilik bir özet geçeyim.

  • Basının söylediklerinin çoğunun doğru olduğu modern insana özgü bir boş inanıştır. Tersini kanıtlayabilecek deneysel kanıtlar bulunabilir.
  • Uğurlar ve tılsımlar unutulmuş değil, hala kullanılıyor. Eski biçimlerin yerini yenileri alıyor yalnızca.
  • Para harcamanın her sorunu çözeceği inancı yeni bir hurafe olarak yerleşmekte. Öyle ki, bir yerde sorun varsa Batılının ilk aklına gelen o alana yeterince kaynak ayrılmadığı veya yatırım yapılmadığıdır.
  • Yine bilimin ve teknolojinin her sorunu çözeceği inancı modern bir hurafeye dönüşmüş durumdadır. Hollywood’un son yıllarda ürettiği filmlerde insanların teknoloji yoluyla yok olmaktan kurtulması ve böylece “Tanrı’yı yenmesi” gibi alt metinler bulunuyor.
  • Terörizm kavramı ve terörün tehdit olarak algılanması gerçek bir hurafedir; hayaletlere inanmaktan farkı yoktur. Merak eden öğrenmeye 11 Eylül’den başlayabilir ve bir havaalanını ziyaret ederek hurafenin uygulamasını görebilir.
  • Kapitalizmin fırsatlar dünyası, sıfırdan zengin olmak, Amerikan rüyası veya “rags to riches” adlarıyla sattığı inanç dev bir yanılsamadan başka bir şey değildir.
  • Herkesin aşık olacağı beklentisi veya aşkın yaşamın anlamı olduğu fikri modern bir hurafedir.
  • Ekonomik düzen baştan aşağı bir hurafeler yumağıdır. Faizin gelişmeyi sağladığı, kapitalizmin rekabet sağladığı, denetlenmemiş rekabetin toplumun yararına olduğu vb.
  • Fikri mülkiyet hukuku icatların yoktan var etmek olduğu inancı üzerine kuruludur.
  • Modern tıbbın sürekli geliştiği ve sürekli hastalıklara çare bulduğu düşüncesi bir hurafedir. Gerçekte yalnızca tanı koyma yöntemleri gelişmektedir. Tedavi alanında önemli birkaç gelişmenin dışında süreklilik sergileyen bir ilerlemeden söz edemeyiz. Bunu biraz da zaman geçtikçe dikiz aynası etkisiyle anlayacağız.
  • Ay’a gitme, Mars’ta kolonileşme, uzay yolculuğu, solucan delikleri, “portal”lar modern birer hurafedir. İlacı eleştirel düşünce ve bilgidir.
  • Uzaylılar modern ve seküler dünyanın orman cüceleri, devleri, öcüleri ve saireleridir.
  • Modern cadı avı: Naziler, Anti-Semitler, ırkçılar, cinsiyetçiler, çocuk pornocuları, “teröristler”… Yargısız infaz edilmeyi hak ederler.

Görüldüğü gibi bilimsel gelişmeler “rasyonel bilinç düzeyini” artırmıyor. Verdiğim örneklerin her biri bilgi edinmeyi gerektirebilir. Benim bilgisine erişmediğim ve dolayısıyla farkına varamadığım başka modern hurafeler de olabilir.

Yazar “devlet otoritesinin azalmasını” da bu etmenlere ekliyor. Ben buna da katılmıyorum. Aslında Volkan Ertit’in AKP’nin muhafazakar bir parti olduğunu düşünmesine rağmen Türkiye’nin sekülerleştiğini yazabilmesi bunu çürütmeye yeter. Düşünün, devlet otoritesi o denli zayıf ki Ertit’e göre muhafazakar hükümet gidişi engelleyemiyor.

Yine yaşam biçimi anlamında “farklı alternatiflere sahip olmak” da sekülerleştiren bir etmen sayılamaz bence. Çünkü alternatiflerin artması yalnızca bir yanılsama. Gerçekte yaşam biçimi tek tipleşiyor. Örneğin Türkiye’de Yörükler ve Çingeneler gerçek anlamda farklı yaşam biçimine sahip iki toplumdu ve bunlara yaşam alanı bırakılmadı. Yerleşik olmaya ve çoğunluğa benzemeye zorlandılar. Veya en basitinden nakit kullanabileceğiniz alanlar sürekli daralıyor; iş dünyasından nakit bir seçenek olmaktan çıkıyor. Çiftçilikle geçinmek olanaksız hale geldi. Meslek liseleri giderek bir eğitim alternatifi olmaktan çıkıyor. Zaten daha önce, sekülerleşmenin ilk aşamalarında ilköğretim zorunlu yapılarak seçenekler azaltılmıştı. Cep telefonu alacaksanız artık Apple, Android ve Windows’tan başka seçeneğiniz yok; üçü de mahremiyetinizi ihlal ediyor. Örnekler çoğaltılabilir. Bütün bunlar ahlakın tek tipleşmesi demektir. Farklı bir ahlak benimseyip uygulamak isteyenlerin hareket alanı hızla daralıyor. Alternatiflerin ancak azalması sekülerleştiren bir etmen olabilir, artması değil.

Yazar endüstrileşme, nüfus hareketleri, kentleşme, örgün eğitim gibi sekülerleştiren etmenleri tartışırken kitabın başında yaptığı “din = ahlak” tanımını unutup mitoloji ve tapınak tanımına geri dönüyor. Yaptığı doğru saptamalar keşke kavramların doğru veya berrak kullanımıyla desteklenseydi.

Bu bölümde “Kuran bilmiyorum” diyen yazarın Kuran’dan yaptığı isabetli bir çıkarımı hayretle ve gülümseyerek okudum. Sayfa 30’da ekonomik alanın dinden uzaklaşmasını anlatırken İslam’da faiz almanın değil, “faiz ile para kullanmanın” yasaklandığını söylüyor, böylece alan ve veren ayrımı yapmıyor. Kuran’dan bihaber Diyanet’in, müftülerin, ilahiyatçıların yapamadığı isabetli içtihadı Ertit yapıyor. Kutlarım!

 

Üçüncü Bölüm

Bu bölümde yazar Türkiye’nin sekülerleşmesinin göstergelerini, deyim yerindeyse kanıtlarını sunuyor. Bunun için muhafazakarlaşmanın veya sekülerleşmenin tersi olan “desekülerleşmenin” ölçütlerini sıralayıp bunları tek tek sınamış.

  • Yeni kuşakların eski kuşaklardan daha dindar olması.
  • Eşcinselliğin görünürlüğünde azalma olması.
  • Evlilik öncesi flört sayısında azalış gerçekleşmesi.
  • Evlilik öncesi ya da evlilik dışı cinsel ilişki sayısında azalış gerçekleşmesi.
  • Doğaüstü güçlere olan inançlarda artış yaşanması.
  • Farklı inanç grupları arasındaki evliliklerde azalış meydana gelmesi.
  • Vücut hatlarının belli olmayacağı şekilde kıyafetlerin tercih edilmesi.
  • Dinin toplumsal alandaki prestijinde ve gücünde artış olması.
  • Medya dilinin muhafazakarlaşması.
  • Tartışma dilinin muhafazakarlaşması.
  • “Kutsal”ların günlük pratiklere olan etkisinin artması.

Bu maddelerin birçoğu Türkiye’de son yıllarda gerçekleşen değişimin tersini anlatır. AKP dönemi için çoğu maddenin doğru olmadığı açıktır. Tatmin edici kanıtları kitapta bulunabilir. Burada yazarın anket verilerini yorumlarken yöntemsel bir hata yaptığını düşünüyorum. Yine din sözcüğünü kitabın başında yaptığı tanımla değil, mitoloji ve tapınak tanımıyla kullanıyor. “Dindar mısın?” diye soru sorulan anketin sonucu mitoloji ve tapınak verisidir, ahlak değil! Bu soruyu bana sorsalar “Hele bir dini tanımla bana!” derim. Kafirun suresinin Türkçe çevirisindeki din sözcüğü ile anket sorusundaki sözcük aynı değil! Ertit “evlenmeden önce cinsel birliktelik yaşayan kadınların dini inancında herhangi bir azalma meydana gelmemiş olabilir” benzeri cümlelerle kendi yaptığı din tanımına sadık kalmıyor.

Bu bölümle ilginç birkaç not:

Yazara göre dinin saygınlığının azalmasının (md. 8) başlıca dört göstergesi var: İmamların saygınlığının azalması, Cem Yılmaz’ın Sorgu Günü ile ilgili cıvık şakalarının hoş karşılanması, çocuklara ad vermede dinsel kahramanların adlarından vazgeçilmesi, Karikateist benzeri internet yayınlarının hakaretlerinin hoş karşılanması.

Medya dilinin değişiminden söz ettiği bölümde “dinî yayın yapan kanal” sayısının arttığı iddiasını çürütmesi çok yerinde. Doksanlarda bu türden tek bir kanal çıksa önemli bir olay olacakken beş yüz kanal arasında bu türden otuz kanalın türemesinin önemsiz olduğunu söylüyor. Yerinde bir saptama.

Tartışma dilinin sekülerleştiğini anlattığı bölümde Erdoğan’ın “Kürtaj cinayettir” demecine gelen tepkileri irdeliyor. Erdoğan’ın ve onu destekleyenlerin hiç dinsel göndermede bulunmadıklarını aktarıyor. Aslında bu durum sekülerlik savunucularının ikiyüzlülüğünü ele veriyor. Çünkü “İslam’da kürtaj yok” dememelerine rağmen bunun dinsel güdülenmelerle söylendiğini varsayıyorlar. Sanki adama yapışmış, hapşırsa dinsel göndermede bulunduğunu söyleyecekler! Aynı standardı sekülerlik savunucuların uygularsak hangi sonuca varacağız? “Kızlı erkekli robot yapanların” Hristiyan olduklarını mı düşünelim mesela? Veya “Barış yürüyüşünde” güvercin uçuranların Tevrat’a gönderme yaptıklarını söyleyebilir miyiz? Bunlar saçma ise öteki neden makul? Laikliği savunurken “politik ortamda hiçbir doğruyu İslam’a referansla savunulamaz” deniyor. İyi de, adam referans yapmayınca da yapıyor varsayarsak bu bir deli tiyatrosuna döner. Oysa adam gibi İslam’a referans yapsa Kuran’ın kürtajı yasaklamadığı apaçık ortaya çıkacak belki! Yani dişlerinin arasından konuşmak da, insanları söylemedikleri şeyden sorumlu tutmak da, sözleri eylemlerin önüne geçirmek de… Hepsi yıkıcı bunların!

Ertit’in konuya yaklaşımına gelince “tarafsız” kalmaya çalışsa da ne yazık ki aynı tutarsızlığa düştüğünü görüyoruz. “Muhakkak ki seküler bir dil kullansalar da iddia ettikleri şeyleri dinî inançlarından dolayı ifade etmektedirler.” (s.127) Merak ediyorum, “dinî inanç”la “dinî olmayan inanç” arasındaki fark nedir, sosyolojik açıdan anlamlı mıdır? Sekülerliği benimsemiş olanların kürtaj konusunda hiçbir inançları yok mudur? Yoksa bu kişiler hiçbir inanç taşımayan ve aldıkları nefese bile bilimsel yöntemle, deneysel olarak karar veren kuantum bilgisayarlı robotlar mıdır? Hayvanların hakları olduğu inancınızı çekinmeden, göğsünüzü gere gere açıklayıp inancınızı paylaşmayanları ahlaksız olmakla açıkça suçlayabiliyorsunuz bu ülkede. Ve bu inancınızın gereği olarak sokak itlerini öldürenlerin hapisle cezalandırılması yasa tasarısını verebiliyor, “muhafazakar” AKP’ye bu yasayı çıkarttırabiliyorsunuz. “Kuran’a göre zina yasaktır, biz Muhammed’e inanıyoruz, zinaya hapis cezası getirilsin” demek ne zaman, hangi gerekçeyle, hangi nesnel ölçüte göre ayıp, yasak, kabul edilemez, mide bulandırıcı oldu? Sorum Ertit’e değil, size. Düşünün…

 

Dördüncü Bölüm

Türkiye’deki Muhafazakarlaşma Algısının Nedenleri başlıklı bu bölümde yazarın atladığı veya ilgilenmediği iki şeyi ben anımsatayım. Birincisi, bu algıyı oluşturmaya çalışanlar veya bu algıya kapılanlar din kavramını ahlak olarak değil, mitoloji olarak anlıyorlar. Yani uygulamada değersiz ve konu İslam olduğunda hiçbir işimize yaramayacak bir tanımlama. Başbakan sık sık “Allah” diyor diye ülkenin dindarlaştığını söyleyen geri zekalı köşe yazarlarıyla ve adamın biri şortlunun birini tekmeledi diye ülkenin muhafazakarlaştığını sanan geri zekalı akademisyenlerle dolu bir ülkede, çıkarılan kuru gürültünün gerçeği yansıtmadığını sürekli akılda tutmak gerekiyor. Boş teneke çok ses çıkarır. “Sosyal medya” dediğimiz şey boş tenekeler korosudur.

İkincisi, 1995’te yine basının kuru gürültü olarak bir kaşık suda kopardığı fırtınanın Refah-Yol hükümetinin düşürülmesinin meşrulaştırılmasını sağladığını anımsamak gerekiyor. Yazar bunu atlamış veya olaya bu gözle bakmıyor. Yani 1995’te ülkenin İslam hukukuna aşamalı geçişini gösteren hiçbir somut gelişme yaşanmamışken sekülerlik elden gidiyor yaygarası koparanlarla ülkenin gördüğü en liberal, en seküler parti olan AKP’nin Türkiye’yi İranlaştırdığını söyleyenler aynı kişiler. Sormak gerek, birinci zokayı yuttunuz da hiç mi ders almadınız? Birincisinin sahteliğini gördüyseniz bile bile aynı yalana nasıl inanıyorsunuz?

Ve üçüncüsü, yazar AKP’nin sekülerleşmeye katkısını hatta sekülerleşmenin sürükleyicisi olmasını partinin somut icraatlarına bakarak irdelemiyor. Kısaca baktığımızda küçük girişimcinin ve esnafın ezilmesi ve çok uluslu şirketlere yem edilmesi, tarımla geçinen ailelerin bitme noktasına getirilmesi, gereksiz ve lüks tüketimi özendiren dış ticaret politikası, enerji savurganlığı, vergi kaçıranlara af, kamu malını gasp edenlere af (imar affı), kayıt dışılığı ortadan kaldırmak bahanesiyle banka üzerinden para transferinin zorunlu yapılması, kredi almanın ve kredi kartı kullanmanın kolaylaştırılması, sıcak para girişini kolaylaştırmak için yüksek faizle bono satma gibi politikalar izlendiğini görüyoruz. Bu durum AKP’nin “İslami ekonomi” diye bir kaygısının hiç olmadığını gösteriyor. Toplumsal yaşama baktığımızda eşcinselliği öven örgütlenmelere izin verilmesi, erkeği ve aileyi sistemli olarak aşağılayan yayınlara izin verilmesi, evlilerin zinasının suç olmaktan çıkarılması, medeni yasada feminist ilkelere göre düzenlenmiş bir evlilik ve boşanma hukukunun benimsenmesi, belediyelerin ve Bakanlığın feminist örgütlere destek vermesi, Anayasa’da ve çalışma mevzuatında kadının açıkça kayırılması gibi uygulamalar görüyoruz. Bu icraata tam karşıt yönde bir “kadın evinde otursun” demeci geri zekalı yorumcuları ters köşeye yatırmaya ve aylarca meşgul etmeye yetiyor. Uyuşturucunun yayılmasını önleyecek bir adım atılmazken gençlerin maddeci ve hazcı bir ahlaki eğitim aldıklarını, bunun yanında kuramsal eğitimin niteliğinin de düştüğünü görüyoruz. Bu gerçekleri perdelemek için İmam Hatip Lisesi tabelaların çoğaltılmasının çok kurnazca bir taktik olduğunu itiraf etmeliyim. Tarıma baktığımızda ülkeye genetiği değiştirilmiş gıdanın sokulması, domuz etinin serbest bırakılması gibi uygulamalar görüyoruz. Filistin’le ilgili bir iki basit cümle, İsrail’le yürütülen önemli ticari ve askeri işbirliğini ve Cumhuriyet tarihinde ilk kez sözde Yahudi soykırımı yıldönümünün bakanlık düzeyinde anılmasını perdelemeye yetmiyor. Bıyık altından gülerek “Üç çocuk” diyen ve adeta basının önüne oynaması için kemik atan partililerle TOKİ’ye 1+1 konut yaptırtanlar aynı kişiler. Dualar ve Konuşmalar Simgeseldir yazımda Kuran’ın sözü değil eylemi ölçü aldığını göstermiştim. Partinin en övündüğü işler köprüler, yollar, elektrik santralleri, okullarda bilgisayar dağıtılması, yerli otomobil vb. yani neredeyse hepsi maddeci gelişmeler. Ahlaki (=dinsel) durumu düzeltici herhangi bir adım atıldığını göremiyoruz. Durum böyleyken sahtekarlığı yakın tarihte birkaç kez belgelenmiş olan sabıkalı basın bize birkaç tabela, fotoğraf ve değersiz cümle göstererek Türkiye’nin dindarlaştığına inanmamızı bekliyor.

Herhalde yazar bu basit çözümlemeyi yapmadığı için AKP’yi “muhafazakar bir parti” olarak tanımlamakta bir sakınca görmüyor. Zaten muhafazakar sözcüğü kullanmaktan özellikle kaçındığım bir sözcük. Lüks, teknoloji, sürdürülebilirlik, kimyasal, doğal, yeşil gibi anlamını bütünüyle yitiren sözcüklerden biri. Veya özgürlük gibi, bir doğrultusu veya bir kapsamı olması gereken ama bu belirtilmediği için anlamsızlaşan bir sözcük. Neyi muhafaza ediyorlar? Ormanları, akarsuları, tarlaları, zeytinlikleri, fabrikaları muhafaza etmiyorlar. Toplumun ahlakını muhafaza etmedikleri de belli. Okur-yazarları ve yurtseverleri ülkeden kovuyorlar, onları da muhafaza etmiyorlar. Eski yaşam biçimlerini, gelenekleri muhafaza etmiyorlar. Koca semtleri, mahalleleri yıkıyorlar. Tarihi veya eski yapıları yıkıyorlar, kültür mirasını yok ediyorlar. Orduyu bile muhafaza etmiyorlar. Kendine muhafazakar diyenlerin neyi muhafaza ettikleri belli değil. İşlevsiz bir sözcük…

Yazar muhafazakarlaşma veya dindarlaşma algısına neden olayları maddelerle üç sayfa sıralamış. Bunların yarısı içkiyle ilgili. Kalan yarısında başörtüsü gibi önemsiz gelişmeler ve ağızlardan çıkan kışkırtıcı demeçler var. Başka bir şey yok. İnsanın aklı almıyor. Bu kadar önemsiz, ciddiye alınmayacak veya etkisi sınırlı birkaç olayı ülkenin dindarlaşması, muhafazakarlaşması veya gerilemesi olarak anlayanlar çoğunluk olmuş görünüyor. Örüntü algısı bütünüyle körelmiş, gazete manşetleriyle bir kukla gibi yönlendirilebilen, kendi adına düşünme eylemini terk etmiş, kör ve sağır bir kalabalık var karşımızda.

Bu arada ilginç bir madde var, onu söylemeden geçemeyeceğim. Kadınlara özel plaj açılmasını da bu algının nedenleri arasına eklemiş. Yanlış yapmış diyemem. Ama kadınlara özel, yani erkeklerin yasaklı olduğu ortamları seküler-feminist çevrenin de talep etmesi garip değil mi? Bitmedi. Bu plaj “Helal plaj” benzeri dinsel göndermelerle pazarlanmazken bunu dindarlaşma olarak algılamak halkta çok derin bir koşullanmanın varlığını gösteriyor. Yani sanki herkes kadının ve erkeğin ayrı toplumsal mekanları kullanmasının dindarlık olduğu konusunda uzlaşmış gibi. Ve bu koşullanma hiç konuşulmuyor. Kimse kadının ve erkeğin ayrılmasının dinin veya İslam’ın bir gereği olduğunu söylemiyor ama öyle varsayıyor. Hiç konuşulmadığı için Kuran’da öyle bir kural olmadığı bilgisi de topluma mal olmuyor. Veya plaj hizmetini sunan şirket açıkça dinsel göndermede bulunmaktan niçin çekiniyor? Dinsel göndermelerde bulunmayı, günaha günah, ayıba ayıp demeyi kim, ne zaman yasakladı? Gerçekten çok garip. Bitmedi. Bu plajı özel bir şirket açmasına karşın nasıl oluyor da AKP suçlanabiliyor? Eğer ülkede olup biten her şeyden hükümet sorumlu ise sayısı artan uyuşturucu bağımlılarının, alkoliklerin, eşcinsellerin, dönmelerin, zinacıların; sapık ilişkileri onaylayan televizyon programlarının, hazcı ve maddeci yaşamı yücelten şarkıların, yarı çıplak gezenlerin faturasını da hükümete keseceğiz demektir. O zaman zaten tartışacak hiçbir şey yok, yine AKP’nin ülkenin gördüğü en seküler parti olduğunu söylemek zorunda kalırız. Yani kadınlara özel plajın “AKP’nin ülkeyi muhafazakarlaştırdığı” algısına neden olması üç kez gerçeğe aykırı, üç kez kendisiyle çelişik bir algı.

Başörtülü kadınların sayısının artması, muhafazakarlaşma algısının nedeni olarak ayrı bir başlıkta inceleniyor. Yazar başörtülülerin sayısının değil görünürlüklerinin arttığı görüşünde. Buna itiraz etmiyorum ama eklemeyi unuttuğu bir şey var: Örtünme bir ve sıfır olarak ifade edilebilecek bir şey değildir. Kadınlar çarşafla gezenler ve çırılçıplak gezenler olarak ikiye ayrılmıyorlar. Bu ikisinin arasında sayısız giyinme biçimi var. Ama konu din olunca her nedense budala gibi davranmaya başlayan insanlar birdenbire açık ayran – kapalı ayran benzeri bir öbekleme yapmaya başlıyorlar. Başörtüsü yalnızca bir aksesuardır ve kadının çekiciliği ile ilgisi yok denecek kadar azdır. Dindarlığı veya Müslümanlığı belirleyen ölçüt kadının çekiciliğini örtmesidir. Başörtülülere baktığımızda çekiciliklerini gösteren ve göstermeyen giyim türlülüğü görüyoruz. Başı açık olanlara baktığımızda yine aynı yelpazeyi görüyoruz. Bundan ötürü başörtülüleri koyun sayar gibi sayarak elde edeceğimiz sayısal veri dindarlaşmanın veya sekülerleşmenin değil, ancak çok başka, görece önemsiz bir şeyin göstergesi olabilir.

Bir başka alt başlıkta yazar nominal içki tüketimindeki artışı yorumlarken aritmetik bir hata yapıyor. Nominal tüketim verisine bakıyor. Oysa kişi başına düşen veya yetişkin başına düşen tüketimi hesaplaması gerekirdi. “Sözelci” bile olsa akademik kariyeri olan birinin yapmaması gereken bir hata. O hesabı ben yaptım; nüfusa oranladığımızda içki tüketiminde anlamı bir artış yok. İlle alkol üzerinden bir yorum yapacaksak içkiye başlama yaşı veya üniversite öğrencilerinin içki tüketimi anlamlı bir veri sunabilirdi. Yine benzer bir hatayı önceki bölümde, 55. sayfada demografik değişimden söz ederken yapıyor. Sağlık koşullarının ve refahın artmasına kanıt olarak ortalama yaşam süresinin artmasını gösteriyor. Oysa ortalama yaşam süresinin belirleyici etkeni bebek ölümleridir. Yaşam koşullarının iyileşmesinin göstergesi ortalama yetişkin yaşam süresidir, yani 1, 3, 5 gibi belli bir yaşı geçmiş olanların ortalamasıdır. Herkesin kansere yakalandığı bir toplumda salt bebek ölümlerinin azalması ortalama yaşam süresini artıyor gösterir ve yanıltıcıdır.

Yazar bu bölümde ayrıca Türk basınında sekülerlik yerine laiklik, sekülerleşme yerine laikleşme sözcüklerinin kullanılmasından yakınıyor. Yazar sekülerleşmeyi dinin etkisinin azalması olarak tanımlıyor. Din Nedir yazımda bu tanımın nesnel değil, olumsal bir tanım olduğunu, sekülerliğin kendisinin de bir din veya dinler öbeği olduğunu açıklamıştım. Din kavramını geleneksel-modern anlamıyla, yani mitolojik inanç (ve tapınak alışkanlığı) olarak anlarsak doğru bir tanım. Veya yalnızca Hristiyanlık ve Müslümanlık mezheplerinden oluşan bir “eski din” kategorisi yapar ve sekülerliği bu kapsamın dışı, yani “yeni din” olarak tanımlasak bile laiklikle farkı görülebilir. Laiklik Türkiye’nin Anayasal düzenini anlatan bir sözcüktür ve yöneticilerde “eski dinlerden” birinde yetkinlik veya temsilcilik özelliği aranmaması anlamına gelir. Ne işe yarar,  varsayılan amaca ulaştırır mı veya adaleti sağlar mı gibi sorular makuldür ve ayrı bir tartışmanın konusudur. Ama Türk basınının ve okur-yazarının laiklikle sekülerliğin ayrı şeyler olduğunu anlaması gerekiyor. Yazar bu konuda haklıdır.

 

Devletin “Dinlere Eşit Uzaklıkta Olması”

Sekülerliğin resmi tarihinde ve laikliğin savunusunda bu ifade kullanılır. Ertit’in kitabında da eleştiri konusu yapılmaksızın geçiyor. Kuramda makul gibi görünen ama somuta inince darmadağın olan bir ilke.

Seküler devlet kuramına göre toplumu oluşturan mezheplerin herhangi birinin doğrusu ülkenin yasası olarak belirlenemezmiş. Peki, bu mezheplerden en az biri zinayı cezalandırmıyorsa, zinayı suç olmaktan çıkaran bir anayasal düzenin bütün mezheplere “eşit uzaklıkta” olabilir mi? Elinize bakanlık listesini alın ve her bakanlığın çalışma alanı ile ilgili yapılan yasal düzenlemelerin mezheplerin ilgi alanı dışında olup olmadığını düşünün. Herhangi bir insan etkinliği yoktur ki ahlak sistemlerinin ilgi alanına girmesin. Hükümet ne yaparsa yapsın belli ahlak öğretilerine uygun, belli ahlak öğretilerine aykırı olacaktır. Uygulamaya indiğimizde eşit uzaklık veya tarafsızlık diye bir şey bulmamız olanaksızdır. Böyle bir saçmalığa milyarlarca insanı inandıran güç, yinelemenin gücüdür. Bu güç de basın-yayın ile elde edilmektedir. Aydınlanma bir düştür. Buyurgan bir azınlık kendi dinini yığınlara kabul ettirmektedir. Aydınlanmamış Ortaçağ Avrupa’sında da böyleydi, şimdi de böyle. Buyurganın bunun adını “din” koymamış olması bir şeyi değiştirmiyor. Tek amaçlarının para kazanmak olduğu iddia edilen şirketler bile reklamlarında din aşılıyorlarsa “dinsel tarafsızlık” kavramının deli saçması olduğunu anlamak için daha kanıt aramaya gerek yok.

Yine aynı biçimde kentleşmenin dinsel doğrulardan vazgeçmeyi ve çoğulculuğu benimsemeyi gerektirdiği öne sürülmüştür. Buraya kadar makul görünen bu önerme, çoğulculuğun gerçekte nasıl sonuçlandığını irdeleyince çökmektedir. Köyden kente göçmüş bir ailenin komşunun evine kimin girip çıktığına karışmaya kalkması, köy yaşamının yani geleneksel, eski dinsel doğruları kente taşıması demektir. Kentlilerin bir bölümü komşunun komşuya karışamayacağı kuralını benimsemiş olabilir. Bu durumda uzlaşma noktası ne olacaktır? Komşuya karışılacağı ve karışılmayacağı kuralları arasında bir uzlaşma noktası bulunmuş değildir. Kentin kuralı komşuya karışılamayacağı olarak belirlenmiştir. Bu durumda kentte oluşan komşuluk hukuku, kendisinde toplanan farklı dinlerden insanlara “eşit uzaklıkta” olamamıştır. Kent uzlaşmamakta ve eski dini sürdürmeye çalışan sakinlerine yeni dini dayatmaktadır. Bu baskıdan kaçmak isteyenlerin varlığı gettoların veya varoşların oluşmasına neden olur. Bu yarılma zaten çoğulculuğun değili, tersi, karşıtıdır. Potansiyel çatışma kaynağıdır. Çoğulculuk da dinsel tarafsızlık gibi bir hayalettir; hurafedir. Falanca ve filanca dinlere “eşit uzaklıkta” bir din türettiğinizde, yine bir din belirlemiş ve insanları bu dine çağırmış veya onlara bu dini dayatmış oluyorsunuz, adını ne koyarsanız koyun.

Ne yazık ki insanların çoğu düşünmeyi hepten unutmuştur. Özgür iradeleriyle geri zekalı olmayı ve koyun gibi yaşamayı seçmiştir. Sekülerliği ve pozitivizmi benimsemiş olanlar bir istisna değildir. Ve bu yaşam biçiminin Aydınlanma, bilimsellik, özgürlük, onur gibi bayraklar altında övüldüğünü görür, şaşırmaktan yorulursunuz.

İşte bunun için Kuran tartıştığım, Kuran’ı anlamaya çalışıyor görünen ve ciddi emek tüketen bir ahbabımı sıkıştırınca Kuran’ı bir hobi olarak çalıştığını itiraf etmesi benim için pek şaşırtıcı olmadı. Bu kişinin Allah’ın /doğanın yasasının bir toplum düzeni olmasını talep etmesi şöyle dursun, Kuran buyruklarını uygulayıp bireysel anlamda bile modernizmin kirlerinden arınmaya çalışması bir hayal. Kuran’ın feminist, hayvansever, sosyalist, anti-militarist okumaları olduğu gibi boş zaman uğraşı olarak okuması da var. Bu okumaları benimsemiş kişiler, dinini bireysel planda yaşamakla yetinenlerdir. Modernist okumalar toplumsal düzeye çıkarılabilecek bir uygulama bilinci geliştiremez. Çünkü bunlar zaten modernizmin “herkesin doğrusu kendine” olarak özetlenebilecek çoğulculuk-bireycilik ilkesi ile ortaya çıktılar. Denebilir ki bunlar Kuran’ın seküler okumalarıdır. Muhammed bireyciliğe veya sekülerliğe ikna olsaydı hiçbir şey başaramaz ve bugün yeryüzünde Kuran diye bir kitap olmazdı. Bunları konuşuyor, yazıyor olmazdık.

 

Karşıtını Besleyen Aşırılıklar

Kitapta bulmayı umduğum ama bulamadığım bir saptamadan söz edeyim. Aşırılıkların karşıtını türetmesi. Kimi bilimsel yayındaki adlandırmasıyla “karşılıklı radikalleştirme”. Burada derinlemesine girmeyeceğim ancak son yıllarda kadınların giyiminde oluşan değişikliği örnek gösterebilirim. Eskiden yazma ve diğer geleneksel biçimlerde başını bağlayan kadınların kızları şimdi Ortodoks Hristiyan giyiminden türetilen ve sıkmabaş veya “Şulebaş” denen bağlama biçimini yeğliyorlar. Çünkü bunun daha dindar olduğunu düşünüyorlar. Dindarlığa duydukları gereksinimin arttığını hissediyor olmalılar çünkü yarı çıplak gezen kadınların sayısı artıyor. Yarı çıplakları gören geleneksel kafalı kişiler daha bir sakıngan ve titiz olmaya itiliyorlar. Çarşaflıların ve sıkmabaşların sayısının arttığını gören “modern” kadınlar “açık” giyinmeyi onaylama ve hatta övme eğiliminde oluyorlar.

Her zaman bu kadar yüzeysel olmamakla birlikte türlü mekanizmalarla aşırı uçların birbirini beslediğini düşünüyorum. Son yıllarda kitapçı raflarında sayısının arttığını (gözlemsel bir saptama, istatistiksel değil) gördüğümüz dua, şifreli dua, tevekkül, melek, uğur, tılsım, kendini iyi hissetme temalı kitaplar da bu kapsamda incelenebilir. Maddeci ve hazcı yaşam öğretisinin hızla her köşesine, her katmanına ve kurumsal yapısına sindiği Türk toplumunun bu yayınlara ilgisinin artması Dinden Boşalan Yer yazımda açıkladığım süreçle ilgili olabilir. Dengede kalmaya çalışan bilinçsiz tahterevalliler düşünün. Toplumda bundan bir tane değil, çokça var ve kalabalığın rasyonel olmayan zihni, denge bozuldukça düzeltmeye çalışıyor. Düzeltme çabası hem kişi düzeyinde, hem toplum düzeyinde bilinçli ve yönlendirilmiş olmadığı zaman “pedallar boşa dönüyor”. Yaşamdan eksilen şeyler ölçülülük, kanaatkarlık, temkinlilik, kutsallara saygı gibi eskiye özgü şeyler olmasına karşın bunlardan geride kalan boşluk yeni şeylerle doldurulmaya çalışılıyor. Kuran’ın da bu “yeni” şeyler arasında olabildiğini Kuran’ın liberal, sosyalist, feminist, hayvansever ve anti-militarist yorumlarında görüyoruz zaten. Yanlış teşhise yanlış ilaç veya doğru teşhise yanlış ilaç… Ertit’in kitabında bu yeni olan şeylerden biri olan “Yeni Çağ” dinine değiniliyor (önceki yazılarımda New Age olarak anmıştım). Ancak Yeni Çağ eğilimlerinin modern yaşamın sürekli aşınan tinselliği ile karşılıklılık ilişkisi kurulmuyor.

Bu konu toplumbilimden çok ruhbilimin konusu olabilir.

 

Kuran’ın Çoktan Seçmeli Yorumları

Ve gelelim toplumbilimci yazarın hem kitapta, hem de röportajlarında bilimadamı pozisyonunu vurgulamasına. Ertit diyor ki, Sekülerleşme ve Endişeli Muhafazakarlar kitaplarından sonra insanlar ona dinsizleşmeye karşı ne yapabileceklerini sormuşlar. O da bu çalışmaların yalnızca birer saptama olduğunu, İslam adına değil, toplumbilim adına yapıldığını ve onlara yardım edebilecek kişinin kendisi olmadığını söylüyor. Yani Ertit bize “tarafsızlık” hayaletini gösteriyor.

Bu blogun var oluş amacı Kuran öğrencileriyle fikir alışverişinde bulunmaktır. Bilimsel yayınları da okuruz, Kuran’ı da okuruz. Ulaşmayı amaçlamamız gereken düzey, ahlaki bir tartışmada Kuran’a gönderme yapmadan da, yaparak da tartışmaya katkı sağlayabilmek olmalıdır. Dinsel ile dindışı ayrımının nesnel bir tabana oturtulamayacağını kanıtlamaya çalıştığım yazılar yazdım. Bu ayrımın kendisinin zorunlu olarak sekülerleşmeye ve –eğer Kuran’a uymak gibi bir derdimiz varsa– Kuran’ı dışlamaya giden yol olduğunu açıklamaya çalıştım. Ertit bu hatayı Kuran adına değilse de kendi bilişsel gelişimi açısından yapıyor ve “bir davranışın Kuran’ın içinde olup olmadığını değerlendirmek gibi bir görevinin olmadığını” öne sürüyor. Yani kendine dinsel bir çember çiziyor ve bunu bilimsel çemberin dışında sayıyor. İşte bu yanlış tutum onu ciddi bir çelişkiye sürüklüyor:

“Kuran’da veya başka bir kaynakta yazılanların yorumlanması kişiden kişiye değişebilir.”

Bunu kitap içinde farklı biçimlerde yineliyor. Oysa Kuran’ın birden fazla meşru yorumunun olabileceği veya bu yorumlarda bir geçerlilik aranamayacağı önermesi bile bir Kuran yorumudur. Bu, liberallerin “hiç kimse bana nasıl yaşayacağımı söyleyemez” demesine benziyor. Bunu söyleyen özgürlükçü kişi, başkasına neyi söyleyip neyi söyleyemeyeceğini, böylece nasıl yaşaması gerektiğini söylemiş oluyor aslında! “Kuran’ın birden fazla yorumu olabilir ve benim bu yorumlardan birini ötekine yeğlemem söz konusu değildir” demek de böyle bir çelişkidir çünkü bu da bir Kuran yorumudur! Ertit, Dinle İlgilenmiyorum yazımda belirttiğim aydına özgü hataya düşüyor ve Kuran’ı toplumbilimin konusu olamazmış veya dogmadan ve inançtan arınmış nesnel bir incelemenin konusu yapılamazmış gibi sayıyor. Böylece aynı zamanda İlahiyat çalışma alanıyla öbür sosyal bilimlerin arasında bir kesişim kümesi olamayacağını öne sürmüş oluyor. Oysa otuzuncu sayfada başarılı bir Kuran içtihadı yapmıştı.

 

Sonuç

“Selim’in yayınlanmış bir kitabı yok. Selim’in bir sosyal bilimler diploması bile yok. Biz Selim’e kulak asmayalım, Volkan gibi alanında yetkin akademisyenleri dinleyelim.”

Peki, ama Volkan bu kitapta Selim’in Din Nedir yazısında dediklerinin aynısını diyor. Volkan, toplumbilimin cetvelleriyle ölçüyor ve “Türkiye İslam’dan uzaklaşıyor” diyor. Selim, Kuran’ın cetveliyle ölçüyor ve “Türkiye İslam’dan uzaklaşıyor” diyor.

Türkiye’nin dindarlaştığı veya Batılı yaşam tarzından uzaklaştığı yanılgısında iseniz bu kitabı kesinlikle okuyun. Bu kitap Türkiye’nin Batılı yaşam tarzının en pespaye, en niteliksiz bir sürümünü benimsediğinin belgesidir. Türkiye Batının hazcılığını ve maddeciliğini taklitte yeni ufuklar açmaktadır. Buna karşılık düşünce üretimi Cumhuriyet tarihinin en düşüğüne gerilemiştir. Felsefe ve bilim de Batılı yaşam tarzının parçasıdır ama bunlar doğası gereği taklit edilebilecek bir şey değildir. Endüstri de Batılıdır ama Türkiye’de endüstri de bitti. Batılı kafasının en ayırt edici niteliklerinden biri işin ehline verilmesi ahlakıdır. Türkiye’de bundan geriye kalan son kırıntıları da yitirdik. Kitabın konusu değil ama Türkiye’de İslam konusunda da ciddi bir fikir geliştirilmiyor ve Tanrı’nın elçilerine kulak verme fikri her geçen gün daha da ayağa düşüyor. Bana öyle geliyor ki AKP dönemi sona erdiğinde İslam’ın ve Kuran’ın adından bile tiksinen ve toplumsal yaşama şimdiki kadar bile girmesine izin vermeyen bir kuşak yetişmiş olacak.

Bu kitap Türkiye’deki apaçık ahlaksızlaşmasının belgesidir. Türkiye din değiştiriyor ve çoktanrıcılık dini ivme ile baskın din durumuna geliyor. Öyle ki, yüzde doksan dokuzunun çoktanrıcı olduğunu rahatlıkla söylenebilir. Bu çöküşe tepki olarak tektanrıcı bir azınlık hareketinin ortaya çıkmaması durumunda hem tarihin bulgularına göre, hem de Kuran’ın vaadi gereği bu toplum yeryüzünden silinecektir. Bunun pazarlığı yoktur.

Kuran öğrencilerinin yapmaları gereken, sekülerliğin normal, doğal, değişmez, tarihte son durak, insanlığın zaferi, yenilmez felsefe vs. olduğu yalanlarının görkemine kapılmamak, doğru bildiklerini hiçbir şeyden korkmadan yüksek sesle savunmaktır. Reform, Aydınlanma, sekülerlik düşünceleri de birkaç kişinin bunları yapmasıyla başlamıştı.

 

Not: Yazar kitabını ücretsiz olarak paylaşıyor: https://www.academia.edu/35502360/Endişeli_Muhafazakarlar_Çağı_-_Dinden_Uzaklaşan_Türkiye

Kitap İncelemesi: Volkan Ertit – Endişeli Muhafazakarlar Çağı” üzerine 4 yorum

  1. Gerçekten çok doğru tespitler bunlar.Bende günlerdir ne yapsamda sesimi duyursam diye düşünüyorum.Etrafımdaki insanlara anlatıyorum.Ama yurt çapında bir duyurum nasıl olur birtürlü işin içinden çıkamıyorum.Vallahi helak olmaktan çok korkuyorum.Birde yardım bekliyorum sizlerden.Ben tevhid üzere yaşamaya çalışıyorum.Hiçbir sözleşmeye imza atmıyorum Mahkemeleri yetkili kılmıyorum.Müslüman olmayanlarI veli edinmiyorum elh.Ama bu sanal ortamlarda bazı sözleşmeler var onların geçerliliği konusunda bilgisi olan veya yetkili birileri varsa lütfen beni aydınlatırsa çok sevinirim.Amerikaya Google’a bile mektup yazdım cevap gelmedi.Yani direk kabul et devam et yazılarını asla onaylamiyorum ama mesela google youtube vs.gibi program ların altında kullanıcı sözleşmeleri var.Yani okursan haberin oluyor yoksa bilemezsin bile.Mesela sıfır telefon hiç almadIm sözleşmeleri onaylamamak için. Derdimi anlatabildim mi bilmiyorum ama yardım bekliyorum Allah için..

    • Sayın takva ;unutmayın ki yeryüzü Allahin dir. Eğer siz Allah ve onun yolunda yürümekte samimi olursanız, kimseden korkmaniza,çekinmenize gerek yoktur.Allah sizin samimiyetinize bakacak,size uygun yollarini açacaktır.Saygilarimla

  2. “Ulaşmayı amaçlamamız gereken düzey, ahlaki bir tartışmada Kuran’a gönderme yapmadan da, yaparak da tartışmaya katkı sağlayabilmek olmalıdır.”

    Burada tam olarak ne demek istiyorsunuz?

    Örneğin eşcinselliğin ahlaki olup olmadığı ile ilgili bir tartışmada Kuran’a gönderme yapmadan tartışmaya nasıl katkı sağlayabiliriz? Bugün ülkemizin kabına uydurup “Allah’ın bana verdiği hissi yaşıyorum” diyenlere karşılık ne diyebiliriz? Konuyu derinlemesine araştırmadım, fakat mesela GD besinlerin hormonlara olan etkilerinden mi bahsedeceğiz? Toplumsal düzenin bozulmasından mı bahsedeceğiz? Hepsi bir yana, en sonunda tartışma dönüp dolaşıp “sonucunda bir üreme olmamasını göze alarak -hoş, önümüzdeki zamanlarda tıp, erkeğe doğum yaptırmak için sanıyorum daha da seferber olacaktır- karşılıklı rıza ile hemcinsimle bir birliktelik yaşıyorum” diyen birine ahlaki olarak bir şey anlatmak pek mümkün değil sanırım. Heva ve hevesin ilah edinilmesi bu mu oluyor?

    • Abdullah Öcalan da, Josef Stalin de, Kenan Evren de Allah’ın kendisine verdiği hissi yaşıyordu. Bazı şeylerin kanıtı ortadadır, göz önündedir. Yüksek topuklu ayakkabı insan doğasına aykırıdır. İnsan yüksek topuk giymek üzere evrilmemiş. Bunda diretirse bunun bedelini sağlık sorunlarıyla, işini yapamamasıyla, ait olduğu grubu geri bırakmasıyla öder. Bu, tasarıma aykırı bir davranış ve çok hafif bir suç. Eşcinsellik de tasarıma aykırı bir davranış. Ama bozduğu sistemler göz önüne alındığında büyük bir suç olması gerektiği anlaşılabilir. İnsanın karşı cinsten çiftler uzun vadeli sözleşme ile bir araya gelsinler ve kuşaklar türetsinler diye tasarlandığı çok açık. Bunun “bilimsel” kanıtını sunmak da mümkün. Bunun bilimsel kanıtını sormak arsızlıktır, yüzsüzlüktür, ama yine de sunulabilir. Böylelikle Allah’ın elçilerinin bunu kesin olarak yasakladığını söylemeden de yanlış bir yol olduğu ortaya konabilir.
      Ama bu, çevremizdeki eşcinselleri Kuran’a gönderme yapmadan uyaralım anlamına gelmiyor. Ben ateistlerle de, Gayrimüslimlerle de, eşcinsellerle de onların bu konumunu bilmiyormuş gibi, doğrudan Kuran’a dayanarak uyarılmasının uygun, geçerli ve etkili bir yöntem olabileceğini düşünüyorum. “İyi de ben o kitaba inanmıyorum ki” cümlesini duymazdan gelirdim. Bir gün tartışırsam geleceğim de. Anladığım kadarıyla Muhammed, İsa ve bütün elçiler böyle yaptılar.
      Evet, onların yaptıkları hevesin tanrı edinilmesi. Bir değerler dizisi belirlemişler, adını da işte modernizm, çağdaşlık, sekülerlik, özgürlük, eşitlik, çokkültürlülük, hoşgörü, barışçılık gibi sevimli sözcüklerden koymuşlar. Ama bu yeni doğruların doğruluğunu kanıtlamaya çalışmamışlar. Bunların doğruluğunu tartışmaya çağırdığınızda aşağılıyorlar, “sen bizim tanrılarımıza saygısızık ediyorsun, seni taşlarız” diyorlar, “sen birinin uydurduğu dogmalara inanıyorsun, bağnazsın” diyorlar. Kendi sarıldıkları doğruları birilerinin uydurduğunu kabul etmiyorlar. Kuran’a sarılanların doğrularının kanıtları ise her yerden fışkırıyor. İlle bilim başlığı altında bakacaksak, eşcinselliğin toplumu çürüttüğünün kanıtları da kütüphanelerde var.
      Bu tartışmaların dönüp dolaşıp geleceği yer, Lut halkının gösterdiği saldırganlık noktasıdır. Bugün mağduru oynayan pek çok kesim aslında mağdur değildir. Bunların pek yakında eli sopalı zalimlere dönüşeceklerini bilen biliyor. Pek yakında, sanırım Hollanda’da ilk örneği görülecektir, heteroseksüellik aşağılık bir durum olacak. İsveç, Kanada gibi ülkelerde çocuklara eşcinsellik öğretilmeye başlandı bile. Çocukları kasıtlı olarak eşcinsel ve dönme yapmak üzere, yani normalden uzaklaştırmak üzere çalışıyorlar. Türkiye’ye de gelecek, eli kulağında. O gün sizin çocuğunuzu bu manyakça aşılamadan koruma hakkınız olmayacak. Mahkemede çocuğunuza insan gibi bir eğitim talep ederken, kendinizi ülkenin yasalarına muhalefet eder bulacaksınız. Hani bir zamanlar evlilik dışı ilişki yaşamamak normal olandı, bunu yaşamak isteyenler “özgürlük” istediler, “baskıyı” kınadılar, mağdurluk bildirdiler. Bugün gelinen noktada bu özgürlüklerini iffetli kişileri aşağılayarak ve dışlayarak kullanıyorlar. Benzeri ve daha kötüsü eşcinsellik konusunda da görülecek, görülmeye başladı. Bir eşcinseli aşağıladığınızda ve hatta eleştirdiğinizde Batı’da mahkeme önüne çıkıyorsunuz. Normal insanları aşağılamak ise herhangi bir yaptırıma tabi değil. Bir eşcinseli işten çıkardığınızda ordu gibi üzerinize gelir, en küçük bir yasal delik bulduklarında sizi mahkemeye verirler. Bir eşcinsel normal bir işçisini işten çıkardığında işçinin yapacağı, hakime anlatacağı bir şey yoktur, çünkü hakim eşcinsellerin mağdurluğu ön kabulüyle hareket eder.
      Bugün söylenenler, yarın yapılanlar olur. Onun için insanın ağzından çıkan her sözcüğün bir sonucu olur. “Atatürk’e hakaret suç kapsamından çıkarılsın, demokrasi bunu gerektirir” sözlerini basında ilk görüşümüzden bir kaç yıl sonra düzenli olarak hakaret edilmeye başlandı. 19. yüzyılda kimi Ermeni Osmanlı yurttaşları “şuralar şuralar Ermeni yurdudur” diye yazmaya başladılar. Yirminci yüzyılın başlarında ise SSCB üniforması giyip fikirlerini gerçekleştirmenin peşine düştüler. Opet’in reklamındaki kadın pompacı “bir gün istasyon sahibi olursam erkekleri çalıştırmayacağım” diyor. Emin olun, çalıştırmayacak. Hayvanseverler sokak hayvanlarını kamunun korumasını istediler. Bu istekleri yerine geldi, doymadılar. Sokak hayvanını öldürenin hapse girmesini de istediler. Bu istekleri de verildi. Yarın daha fazlasını isteyecekler, hiç bitmeyecek. Köpeğin ısırdığı adamın yargılanıp ceza almasını isteyecekler. Bugün mağdur sandıklarınızın ezici çoğunluğu aslında eline güç /fırsat geçirememiş olan zalimlerdir. Ama bu, insanın “varsayılan” durumu değildir. Bu kötüleşmenin önüne geçmek ancak Kuran gibi, tutarlı ve ısrarlı bir iyiliği öğütleyen öğretiden geçer. “Gibi” dedim çünkü alternatifi varsa ona da başvuralım. Ben daha iyi bir alternatifini bilmiyorum, onun için Kuran’da ısrarcıyım.

Bir Cevap Yazın