“Gayba İnanmak”

-I-

Doğayı gözleyip onu yöneten (veya onun içine gömülü olan veya onu var eden, nasıl ifade ederseniz edin) yasaları keşfetme süreci kökten kusurludur. Kusurlu demek, yanlış veya gereksiz olduğu anlamına kesinlikle gelmiyor. Kusursuz veya tam olmaktan uzak olduğu anlamına geliyor. Bilimsel yöntem kısaca şöyle işler:1) Evrenin bir niteliği veya bileşeni üzerinde gözlem yapılır.

2) Gözlenen tanımlanmaya çalışılır, yani işlediği gözlenmekte olan doğa yasaları saptanmaya çalışılır, yani hipotez geliştirilir.

3) Hipotezi sınamak için deney yapılır.

4) Deney sonucu hipotezle ve hipoteze göre yapılan öngörüye uyuyorsa hipotez doğrulanır, yeterli sayıda doğrulama sonucunda hipotez sabitlenir ve kurama dönüştürülür. Deney sonucu hipotezle ve hipoteze göre yapılan öngörüye uymuyorsa hipotez gözden geçirilip yeniden kurulur, adımlar aynı sırayla yinelenir.

Bu ilkeler standarttır, pek çok kaynakta bu biçimiyle veya daha ayrıntılı olarak bulabilirsiniz.

Evren dev bir makine gibi çalışır. Makine gibidir çünkü makineler kurallı çalışan ve bozulmadıkça kuralı hiç çiğnemeyen şeylerdir. İnsanın mantığı da makine gibidir. Mantık yasaları insanın zihnine doğuştan gömülüdür. Daha ceninken mantık devreleri oluşur. Mantık süreci herkeste aynı biçimde işler. Bilimsel yöntemin işleyişini kültürlere göre değişmez. Aslında bilimsel yöntem dediğimiz süreç yeni bir buluş değil. İlk insandan beri adı konulmadan kullanılagelmiş. Bilimsel yöntem izlenmeden yay ve balta gibi en ilkel aygıtların bile tasarlanması olanaklı olmazdı. Son üç yüz yıldaki değişiklik bunun tanımının yapılması, disipline edilmesi ve geleneğinin yaratılmasıdır.

Burada dikkatinizi çekeceğim nokta 1’den 2’ye geçiş. Gözlem sonucunda henüz var olmayan bir senaryo kurgulanıyor. Yani bilinmeyen hedefe ateş ediliyor. Hedefin vurulup vurulmadığının ortaya çıkması kimi zaman çok uzun sürebiliyor. Hipotez kurarken eldeki verilerden yola çıkarak daha ulaşılmamış bir veri kestiriliyor, düşleniyor. Bunu yaparken sayısı belirli mantık kuralları bize yeterli gelmez. Düş gücü gerekir. Kimisi bilgelik gerektiğini düşünebilir. Kimisi sezgi gerektiğini söyleyebilir. Ama mantık hipotez kurmak için tek başına kesinlikle yeterli değildir. Maddecilerin yanıldıkları veya görmezden geldikleri nokta da kısaca budur.

Serbest kalan her cismin yere düştüğünü gözlediğimiz gibi, bıraktığımız yükseklikle düşme süresi arasında bir bağıntı olduğunu gözlüyoruz ve hemen şu formülü yazabiliyoruz: (Yükseklik) = (0,5) x (Yerçekimi sabiti) x (sürenin karesi) Bu formülün sonuçlarla çeliştiğini gözleyene dek bu formül geçerlidir. Bütün kinematik tasarılarımızı bu formülün üzerine kurarız, makineleri buna göre tasarlarız, emeğimizi, zamanımızı bu formülün hep çalışacağı varsayımıyla (umuduyla?) tüketir ve sonuç alırız.

Anlatımı basitleştirmek için matematiksel bir örnek vereceğim. Aşağıdaki diziyi inceleyelim:

2, 4, 8, 16, 32, 64, 128…

Bu dizi doğada gözlemlediğimiz olayları simgelesin. Sözgelimi çarpışma mekaniği veya aerodinamik gibi gözlemleyip kurallarını keşfettiğimiz(i düşündüğümüz) fiziksel gerçekleri simgeleyebilir. Gözlem ve deney yaparak bu sonuçları yaratan yasanın x=2^n olduğunu yazabiliriz. Bu durumda işlemin sonuçlarını şu şekilde öngörebiliriz:

2^1=2

2^2=4

2^3=8

2^4=16

2^5=32

2^6=64

2^7=128

Sorun şu ki, yazdığımız denklem, bu diziyi doğrulayan sonsuz sayıda denklemden yalnızca biridir. Dolayısıyla her ölçekte, her koşulda geçerli deterministik (belirlenimci) bir denklem yazdığımızı iddia edemeyiz. Bu diziyi sonsuza kadar uzatmak ve sonsuz sayıda deney yapmak uygulamada mümkün olmadığı için yazdığımız denklemin sağlamasını %100 kesinlikte yapabileceğimizi söyleyemeyiz. Ömrümüz, nüfusumuz ve sabrımız sonsuz olmadığı için, hipotezi sınamak için yapabileceğimiz deney sayısı, yani bu basit örnekte yapabileceğimiz yineleme sayısı sınırlıdır.

Örneğin iki gezegenin çarpıştığına şahit olmadığımız için çarpışma mekaniği yasalarının gezegen ölçeğinde geçerli olup olmadığını bilemeyiz. Basitliği korumak açısından örnek dizimizde gezegen ölçeğinin 2^8’e denk olduğunu varsayalım. O halde 256’yı hiç gözlemlemediğimiz halde 2^8=256 olarak öngörü yapabiliriz. Ancak bunun sonucundan %100 kesinlikte emin olamayız. Çünkü sonsuz sayıda denklemden en az biri bu sonucu yanlışlayabilir. Aşağıdaki örneği inceleyelim:

x=(2^n)+(n-1)(n-2)(n-3)(n-4)(n-5)(n-6)(n-7)

2^1=(2)+(0)(-1)(-2)(-3)(-4)(-5)(-6)=2

2^2=(4)+(1)(0)(-1)(-2)(-3)(-4)(-5)=4

2^3=(8)+(2)(1)(0)(-1)(-2)(-3)(-4)=8

2^4=(16)+(3)(2)(1)(0)(-1)(-2)(-3)=16

2^5=(32)+(4)(3)(2)(1)(0)(-1)(-2)=32

2^6=(64)+(5)(4)(3)(2)(1)(0)(-1)=64

2^7=(128)+(6)(5)(4)(3)(2)(1)(0)=128

2^8=(256)+(7)(6)(5)(4)(3)(2)(1)=5296

Gördüğünüz gibi 128’e kadar aynı olan sonuçlar 256’dan başlayarak bambaşka oluyor. Öyleyse bu diziyi tanımlayan denklemin x=2^n olduğundan emin olamayız. Gezegen ölçeğinde bilinen çarpışma mekaniği kurallarının uygulanabileceğini kesin olarak iddia edemeyiz. Bu elbette basit bir benzetim. Doğa yasalarının tamamen erişilemez olduğunu söylemiyorum. Ancak her bir duruma veya olaya hükmeden kuralları tam bir kesinlikle keşfettiğimizi söylemek gerçekçi olmaz diyorum. Bu özgün bir görüş değil, bilim yapanlar bunu bilirler. Ancak bilimi uygulamak için, yani baltayı, yayı yapıp kullanmak için %100 kesinliğin hedeflenmesi gerekmez.

Aldığımız dersi genellersek, gerçeğin ne kadarını bildiğimizi asla bilemeyeceğimizi söylemeliyiz. Daha keşfedip yazacağımız kaç formül olduğunu bilmiyoruz. Gözlemleyebildiğimiz evrenin tüm evren olduğunu iddia edemeyiz. Gözlemlenemeyenin var olmadığına inanmak hüsnükuruntudur (İng. Wishful thinking http://www.memidex.com/wishful-thinking). Zihni açık bir düşünürün, varlığın bütününün gözlemlenebilen evrenden ibaret olmadığı sonucuna varması beklenir. Güneşin yeşil görünmesi hemen herkes için olasılık dışıdır, çünkü hemen herkes güneşin rengi konusunda kafasında bir formül (x=2^n) yazmıştır. Ne var ki güneşin yeşil göründüğü ender durumlar (x={2^n}+{n-1}{n-2}…) vardır.

Beş duyuyla algılanabilenin ötesinin var olmadığı demek olan maddeciliğin (materyalizm), var olan her şeyin bütün bilgisine bilimsel yöntemle erişilebileceği demek olan bilimciliğin (İng. Scientism), nedensellik zincirlerinin bir ilk ve son halkası olmaması demek olan tanrıtanımazlığın (ateizm) çuvalladığı nokta budur. Oysa 1’den 2’ye geçerler, geçilebildiğini görürler, +(n-1)(n-2)(n-3)(n-4)(n-5)(n-6)(n-7)’in var olma olasılığını da bilirler…

Fatiha Suresi’nin son üç ayeti sesleniş cümlelerinden oluşur. Seslenenin kim olduğu kimine göre belirsizdir, kimine göre yalnızca müminlerdir, kimine göre hem müminler hem de örtücüler. Konumuz şimdilik bu değil. Yoruma açık olmayan şey ikinci surenin hemen başında bu seslenişe karşılık verilmesidir. Dikkatle okuyalım:

A. L. M. (Elif, Lam, Mim) İşte Kitap! Onda kuşku yoktur. Korunanlar için yol gösterendir. Onlar, bilinmeyene [bi el gaybi] güvenirler… 002:1-3

Klasik çevirilerde üçüncü ayette gayba iman olarak çevrilen (aslında çevrilmeden olduğu gibi bırakılan) cümleciğin bire bir Türkçesi “bilinmeyene güvenmek”. Bu, bilinmeyenin varlığına güvenmek demek oluyor. Ben bunu her şeyin bilinemeyeceğinden, beş duyuyla algılansın algılanmasın bilgisi bütünüyle kavranamayacak olanın varlığından emin olmak olarak anlıyorum. Birinci surede Tanrı’ya “Bizi doğru yola ilet” diye seslenenlere Tanrı “İşte Kitap” diye doğrudan karşılık veriyor. Bu kitaptan yararlanacak olanların nitelikleri arasında birinci sırada korunanlardan olmak, ikinci sırada bilinmeyenin varlığını kabul etmek sayılıyor.

Onlar, görmemelerine karşın [bi el gaybi], efendilerine derin saygı duyarlar; evrenlerin sonundan da ürperirler. 021:49

Bilinmeyenin varlığını kabul etmeyenler –ki bunların kendilerini ille de maddeci, bilimci veya tanrıtanımaz olarak tanımlamaları gerekmiyor– Tanrı’nın kitaplı veya kitapsız yol göstericiliğinden yararlanamıyorlar.

Kişi, bilgisine erişilemeyenin varlığına güvenecek ki, kitabın hemen başlarında insanın yaratılışıyla ilgili sorunun yanıtsız kalışı inkar için bir gerekçe olmasın:

…Dediler ki: “Orada bozgunculuk yapacak ve kan akıtacak birisini mi atayacaksın? Oysa biz, övgülerle seni yüceltiyoruz ve kutsuyoruz!” Dedi ki: “Kuşkusuz, Ben, sizin bilmediklerinizi bilirim!” 002:30

Görüldüğü gibi “Allah insanı neden yarattı?” sorusunun yanıtı verilmemektedir. Bu sorunun yanıtı, yanıtı bilemeyeceğimizdir. Kuran, okurlarını akıllarını kullanmaya çağırır (067:10, 010:98-102) ama bunun her şeyi çözmeyeceği, kişiyi veya bir toplumu kendine yeter kılmayacağı (096:4-7), güç yetirebildiğinin ötesini Allah’a, yani gayba bırakmak zorunda olduğu (011:123) bildirilir. Her şeyi Allah’a bırakmaya çalışmak da, her şeye güç yetirmeye çalışmak da çelişkili davranışlardır. Her iki tür fanatiklik de zararlıdır, gözetilmesi gereken bir ölçü vardır (054:49). İşte, üçüncü ayette bu gerçeği kabullenemeyip otuzuncu ayetteki sorunun yanıtsız kalmasını Tanrı’yla kavgasının ve yargı gününü inkarının bahanesi yapan kişinin bu kitaptan yararlanamayacağı bildirilmişti.

-II-

Bu saydığım ideolojiler bugüne özgü. Veya bizi bugün yaşayan yorumları ilgilendiriyor. Son iki yüz yılda bilgi birikiminde bir sıçrama yaşandı. Kimisi buna sıçrama değil de dönüşüm demeyi yeğleyebilir. Bireyler uygarlığın bilgi birikimini tek başlarına kuşatamadıkları veya gittikçe daha küçük birer parçasını kuşatabildikleri için bilgide şubeleşme zorunlu oldu. Maddeciliğin ortaya çıkışı ve buna koşut olarak tevekkülün reddi veya bilinmeyenin varlığına olan güvenin zayıflaması, bilgi birikimindeki patlamayla eşzamanlı olmuş. Burada bir çelişki var. Şöyle ki; bireyin, toplam bilgi birikiminin gittikçe daha küçük parçasını kuşatabilmesi sonucunda bilgi parçaları arasında bağ kurmak ve bütüncül bir görüşe ulaşmak zorlaşıyor. Eskinin “bilgin”i yerine “bilim adamı” geldi. Allâme (İng. Polimath) denen her şeyi bilenlerin yerine uzman denen ve yalnızca bir şubeyi bilenler geldi. Dolayısıyla yaşamın karmaşıklığını (basitliğini?) anlayıp çözebilen, yapbozun parçalarını birleştirip büyük resmi görebilen bilge kişilerin sayısı azalıyor. Bu görüş kıtlığı dolayısıyla uygar toplumlar peşin olarak “ilerleme” adını verdikleri ama yanlış da olabilen bazı işleri ancak geriye dönük olarak, dikiz aynası etkisiyle görebiliyorlar. Tarım devriminin, endüstri devriminin, sekülerleşme devriminin sonuçları hep bu biçimde, üzerinden uzun süre geçtikten sonra anlaşılabildi. Roma’nın çöküş nedeniyle ilgili hala yeni fikirler ortaya atılıyor.

Bu durum her şeyin bilinebileceği fikrinden doğan ve kesin bilinemeyen şeylere yaşamda yer vermeyen ideolojilerin yanlışlığını ortaya koymaya yetiyor. Yani bilgi birikimindeki ve bilgi edinme hızındaki artışın bu anlamda bir şeyi değiştirmemesi gerekiyordu. Bilginin saymaca, niceliksel büyüklüğü, kapladığı sayfa sayısı artsa da, tevekküle zorunlu kaldığımız bir noktaya, bilginin sınırına yine ve hala ulaşmaktaydık. Oysa bu ideologlar bir şeylerin temelden değiştiğini, geçmişte hiç yaşanmayan şeylerin artık yaşandığını öne sürüyorlar, bu yaşananı bir devrim olarak adlandırıyorlar. Bilginin niceliğindeki artış onları yanılttı, nitelikteki değişimle ilgilenmediler.

Çoklukla övünmek sizi oyaladı. 102:1

Herhangi bir konuyu ders kitabı düzeyinin ötesinde öğrenmeyi deneyen herkes öğrendiği her yeni şeyin kendisini daha bilgisiz hissettirdiğine tanık olmuştur. Sokrat’a yakıştırılan “Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir” sözünü veya buna benzer özdeyişleri söyleten işte bu tanıklıktır. Kişi, neyi ne ölçüde bilirse bilsin, bilmediği ve hiç bir zaman bilemeyeceği ve buna karşın yaşamını yönlendiren şeylerin var olacağını kabullenmek zorunda. Bunun için de hiç bir zaman bilgisiyle tam kavrayamayacağı ve güç yetiremeyeceği bir gücün /istencin veya güçlerin /istençlerin var olduğu sezgisine teslim olmak zorunda. Bu savı sınamak mı istiyorsunuz? On binlerce ciltlik bilgi birikimi üzerinde duran onkologlara kanserin nedenini sorun ve nasıl kaçıştıklarını izleyin.

Bilgideki ve onun sağladığı maddi olanaklardaki genişleme kuşkusuz modern insanı şımarttı. Yasada bir değişiklik olmamasına karşın nicelikteki artış ona yeni bir yaşam tasarladığını ve artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını düşündürdü.

Dünya yaşamının örneği şudur: İnsanların ve hayvanların yediği yeryüzünün bitkileri, gökten indirdiğimiz su ile karışır. Yeryüzü güzelliğini takınıp süslendiğinde ve halkı da ona egemen olduğunu sandığında, gece veya gündüz buyruğumuz gelir. Böylece, dün yerinde yokmuşçasına, kökünden biçip atarız. Düşünen bir toplum için, ayetleri, işte böyle ayrıntılı olarak açıklıyoruz. 010:24

Bu ayet uygarlık sayesinde ulaştığı maddesel bolluğun azdırdığı insanın trajedisini birkaç cümleye sığdırıyor. Hazcı, maddeci, basit ve aşağı yaşamı (dunya /Dal-Nun-Vav yaşamını)  yeğleyenler, türlü olanaklarla biçim verdikleri bahçelerden tutun, görkemli pırıl pırıl kentlere, dağlara, ovalara, üzerindeki insanlara ve hatta atmosfere egemen olduklarını düşünüyorlar. Bu egemen olma çabasını ve maddesel bolluk yaratmış olmakla duyulan övüncü Britanya İmparatorluğu’nun ve XX. yy ABD’sinin tarihinde yakından gözlüyoruz.

Öğretiyi unuttuklarında, verilenlerle sevinip şımarıncaya değin her şeyin kapılarını onların üzerine açtık. Onları ansızın yakaladığımızda artık tüm umutlarını yitirdiler. 006:44

Ne rastlantı (?), tam da XIX. ve XX. yüzyıllarda büyük ölçekte yararlanılmaya başlanan fosil yakıtlar insanlara her şeyin kapılarını açan anahtar oluyor. Okumayanlar habersizdirler, Kuran 87. ayette doğrudan petrolden söz ediyor:

O, yeşillikler çıkardı. Sonra, onu kapkara bir artığa çevirdi. 087:4-5

Bu kısa surenin devamında şu cümleyle karşılaşmamız herhalde rastlantı değildir:

Hayır! Siz, dünya yaşamını üstün tutuyorsunuz. Oysa sonsuz yaşam daha iyi ve süreklidir. 087:16-17

Petrol üzerine kurulu bilim ve endüstri, insanların bilgi birikiminde sıçrama olmasını sağladı. Bu sıçrama insanların bilinmeyenin varlığını göz ardı etmelerine yol açtı. Yaşama egemen olan gücün kendi zayıf istençleri olduğunu sandılar. Çok şey biliyorlar, bir şey düşlediklerinde yöneticiler onun buyruğunu veriyorlar ve konunun uzmanları o düşü hemen gerçekleştiriyor. “Aya gidilecek” deniyor, gidiliyor. “Ortadoğu’nun haritası yeniden çizilecek” deniyor, çiziliyor. “Herkesin eline onların her adımlarını gözlememizi sağlayan gözcü makineler verelim” deniyor, veriyorlar. İşte bu durum, açılan kapılardan yağan maddesel nimet sayesinde olanaklı oluyor. Ve insanlar dünyaya egemen olduklarını sanıyorlar. Modern Batı’nın ve ardından gidenlerin ağızlarında “doğayla savaşmak”, “doğaya egemen olmak” söylemi baskındır. Kızılderililer gibi uygar olmayan insanların bu bakışı son kertede anormal ve anlaşılmaz bulmalarını bir türlü anlamaz modern insan. Aydınlanma’nın tipik düşünürü, Homo Sapiens’in Aydınlanma öncesindeki tarihini yani bilinmeyenin varlığına güvenerek geçirdiği 150 bin yılını karanlık dönem olarak niteler. Uygar olmamış insana “mağara adamı” der, aşağılar, onun yaşadığı Tanrı’yla barışık hayatı boşuna yaşanmış sayar. Maddesel bollukla veya bilgiyle şımarmış insanlar, yaşamlarını yöneten, erişimleri dışında, güç yetiremeyecekleri bir istencin varlığını kabul etmek istemiyorlar ve tanrıtanımazlık ortaya çıkıyor. Çünkü modern uygarlığın öncekilerden farklı olduğunu düşünüyorlar:

Saat yaklaştı ve Ay yarıldı. 054:1

Sizin nankörlük edenleriniz, onlardan daha mı iyi? Yoksa sizin için kitaplarda dokunulmazlık mı var? Yoksa şöyle mi diyorlar: “Biz, yardımlaşan bir cemaatiz!” 054:43-44

Evet, hazcı-maddeci dünya görüşünü yücelten, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını söyleyen yapıtların satır aralarında aynen böyle deniyor. Kuran yanıldıklarını söylüyor:

Yeniden Yaratılış Günü’nden önce yıkıma uğratmayacağımız veya yaman bir cezayla cezalandırmayacağımız hiçbir kent yoktur. İşte bu, Kitap’ta kayıtlıdır. 017:58

De ki: “İvedi olarak istediğinizin bir parçası, belki de peşinize düşmüştür!” 027:72

Belki de ivedi olarak istenen son, modern insanın peşine düşmüştür. Belki de modern insan peşine düşen şeyi küresel ısınma, ekolojik yıkım, türlerin tükenişi, fosil yakıt kıtlığı olarak gözlemektedir:

Yeryüzüne gelerek, onu uçlarından eksilttiğimizi zaten görmüyorlar mı? … Onlardan öncekiler de sinsi düzenler tasarlamışlardı. Oysa tüm düzenleri tasarlamak, Allah’a özgüdür. 013:41-42

Görüyorlar. Ama bu onları sinsi komplolar kurmaktan alıkoymuyor. Hiyerarşik olarak, gizli ve açık örgütlenmiş bir takım çıkar öbekleri dünyanın haritasını değiştirebildiklerini görüyorlar, ona egemen olduklarını, bütün bir yaşamı silbaştan tasarlayabileceklerini düşünüyorlar ve Tek Dünya Devleti için var güçleriyle çalışıyorlar. İnsan doğasına uygun tek ve gerçek dini yürürlükten kaldırıp yerine maddeci-hazcı, kula kulluğu kural yapan, Tanrı’yı tahtından indiren Tek Dünya Dini’ni getirmeye çalışıyorlar.

İkinci bölümde konuyu dağıtmış gibi görünebilirim. Ancak kitabın en başında gayba güvenenler ve güvenmeyenler arasında temel bir ayrım yapıldığını anımsarsak, bu ayrımın bizi ilgilendiren en önemli sonucunun veya uygulamasının modern insanın şımarıklığı olduğunu saptamak zor olmaz. Dinlere gerek kalmadığı, Tanrı’nın insan icadı olduğu gibi önermeler bu ayrımın öteki tarafında kalanların, yani doğaya egemen olunduğunu ve artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını düşünenlerin söylemidir. Oysa doğa yasalarında (Allah’ın sünnetinde; 030:30, 035:43, 048:23…) bir değişiklik olmaz.

Konuya döneceğim.

"Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak."
“Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak.”

“Gayba İnanmak”” üzerine 5 yorum

  1. Edward Said, Ayrıntı’dan çıkan “Entelektüel” isimli kitabında insanoğlunun mevcut eğitim sistemi içerisinde üst basamaklara tırmanıp unvanlarla bezendikçe daha dar bir bilgi alanıyla sınırlandırıldığını; bu durumun da dünyayı bilgiye ve hikmete sahip alimlerle değil disiplinlerarası düşünemeyen “profesyonel bilirkişi”lerle doldurduğunu iddia ediyordu. Yazınızda bahsini ettiğiniz “polimat” kelimesi, ya da Doğu’nun deyişiyle “hezarfen”, hakikaten de kalmadı ama ben Said’in bu anlayışı haddinden fazla yerden yere vurduğunu düşünüyorum: götürdükleri çok olsa da getirdikleri de atlanmamalı. Teknolojinin hayatımızı kolaylaştırdığı fikri başlı başına bir tartışma konusu ama şubeleşme bu kadar olmasaydı belirli bir işte olağanüstü ilerleyemez, her alanda ortalama ivmeye sahip olurduk. Günümüzde hükmettiğimiz olanaklar bir hayli gecikmeli olarak zuhur edebilirlerdi dünyada. Kaldı ki, Sanayi İnkilabı’ndan sonra şaha kalkan teknolojik gelişmeler paradigmasında zaten anatomiden müziğe kadar her işle alakadar bilimciler yetiştirmek imkansız. Şubecilikten kaçınamıyoruz. Sizi eleştirmek için söylemiyorum, tespitlerinize katılıyorum, yalnızca farklı bir pencere açayım dedim. Bu durumun da bariz faydaları var çünkü.

    Diğer konuya geçmek gerekirse… Her şeyi durmaksızın sorgulamayı buyuran, bütün otoritelere ve dogmalara savaş açan modernizm kendisinin de bir dogma haline geldiğini insanlardan gizliyor: bu adamlar en amiyane televizyon dizisinden en incelikli planlarına kadar her kanal aracılığıyla bizlere biteviye tüketmeyi, insanoğlunun artık ilkel dönemlerini geride bıraktığını ve üstün bir merhaleye eriştiğini, ilkel dönemlere ait geleneklere (örneğin din) bu dünyada yer kalmadığını buyuruyorlar. Aydınlık düşüncenin empoze ettiği bu fikirlerle yeşeren sorgulayan, düşünen gençlerimiz (!) ise bizzat bu anlayışın kendisini sorgulamayı atlayarak, kendilerine dayatılan yaşam biçimini benimseyerek sıradışı oluyorlar.

    Bu noktadan hareketle Kuran’ın neden insanların genelini nankör, aptal vb. sıfatlarla nitelediğini daha iyi anlamak mümkün. İnsanların %99.5’i ya dinin bidat ve hurafelerle çürütüldüğü gelenekçiliğe ya da bu temelsiz modernizme mahkumlar, işin kötüsü bu hallerinden gurur duyuyorlar.

    Yazı için sağ olun.

      • Bu site geçen yaz boyunca çok istifade ettiğim, merakla takip ettiğim yazılardan oluşuyor. Emeklerinizle düşünce dünyamda yeni ufuklar açtınız. Tekrar tekrar teşekkür eder, bayramınızı kutlarım.

    • Sende sağol ramelage düşüncelerimin bir kısmının tercüme edilmiş halini gördüm.Selam sizlere

Bir Cevap Yazın